Coğrafyanın İnsan Üzerinde Etkisiyle Değişen İslami Kimlikler
Coğrafyanın insan kaderi üzerindeki etkisini ilk olarak İbn Haldun ele alır ve bunu tarihi örneklerle ispatlar. Daha sonra bunu Montesquieu dile getirir. Aralarında yaklaşık olarak dört asır vardır. Düşünce tarihinde ise bunun temsilcisi Buckle’dir. O aynı zamanda modern tarihin babası olarak da isimlendirilir. Buckle, toplumsal olaylarla coğrafya koşulları arasında sıkı bir ilişki olduğunu varsayar ve sosyal gelişmede temel etkenin bu koşullar olduğunu ileri sürer. Ona göre tüm toplumsal olaylar, toprak özellikleri, iklim, su kaynakları ve akarsuların durumuna göre belirlenmektedir. Buckle, toplumsal olayların Tanrı’ca belirlendiği görüşüne karşı çıkmaktadır. Diğer taraftan o, düşüncelerini ve kuramlarını sömürgeciliğin savunulması yönünde kullanmıştır.
Aslında insan, yaşadığı çevreyle ve coğrafyayla sürekli bir mücadele içindedir. Tarih dediğimiz şey de bu mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Peki bu tarihin aktörü nedir? Tarihin aktörü bazı toplumlarda insan zekası, bazılarında din, bazılarında gelenek, bazılarında her şeyi olduğu gibi kabullenmektir.
İnsan zekasının hakim olduğu toplumlarda modern birey ve toplumları görmek mümkündür. İnsan unsuru, kendisiyle, çevresiyle, coğrafyasıyla hem barış halinde, hem de savaş halindedir. Savaş ve barış kaçınılmazdır. İnsan, zekasıyla maddi dünyayla çarpıştığı müddetçe, kazanır veya kaybeder. Ancak onun sayesinde zekasını kullanan mücadeleci ve sağlıklı bir toplum ortaya çıkar.
Marksizm’de tarihi maddecilik söz konusudur. İnsanın tabiatla mücadelesini dile getirir ve tabiatı izah eder. Materyalizm, maddeyi doğadaki temel madde olarak kabul eden bir felsefi tekçilik biçimidir. Bu felsefeye göre zihinsel durumlar ve bilinç dahil her şey, maddi şeylerin ve maddi etkileşimlerinin sonucudur. Felsefi materyalizme göre zihin ve bilinç, maddi süreçlerin (insan beyninin ve sinir sisteminin biyokimyası gibi) yan ürünleridir. Bunlar olmadan zihin ve bilinç var olamaz.
Bütün insanlık tarihinde ruhçuluk ve maddecilik söz konusu olmuştur. Genel itibariyle insan unsuru hangi coğrafyada dünyaya gelirse gelsin ya ruhçu olur, ruhçuluğu ile bir hayat tarzı sürer ya da maddeciliği ile ortaya çıkar ve madde egemen bir hayat sürer. İslam dünyasında tarih boyunca bu iki hayat felsefesini bazen ayrı ayrı, bazen de bir arada görmek mümkündür. Yani egemen düşünce ancak egemen sınıfın düşüncesidir. İslam dünyasına egemen olan sınıflar, bu iki felsefeden birisini benimsemişler ve ona göre hareket etmişlerdir.
Örneğin İbn Haldun, İslami gelenekten gelmesine rağmen insanın sosyal hayatını sebep ve sonuç ilkeleriyle izah etmeye çalışmıştır. Yine ondan asırlar önce meşhur eser Kutadgu Bilig’in yazarı Yusuf Has Hacib, insanların yüzde onluk kısmı itibariyle iyi olarak dünyaya geldiklerini, iyi olarak yaşadıklarını söyler ve onların iyi olma hallerini yaratılışa bağlar. Aynı şekilde insanların diğer yüzde onluk kısmının ise kötü olarak dünyaya geldiklerini, kötü olarak yaşadıklarını söyler ve onların kötü olma hallerini de yaratılışa bağlar. Ona göre geri kalan yüzde seksenlik kısım iyilerin yanında iyi, kötülerin yanında kötü olurlar.
Ruhçuluk ile maddecilik gerçek itibariyle tezle antitezdir. Her düşünce akımı gibi birbirlerini tamamlarlar. İnsanı ve ortaya çıkmış insan düşüncelerini bütün renkleriyle tanımak gerekmektedir. Yani özgür düşünmek için öncelikle bütün düşünceleri tanımak, en doğru olarak gözükmektedir. Bunun sonucu olarak da doğruluğundan yüzde yüz emin olmadığımız hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemek gerekiyor.
İslam tarihini sadece coğrafyayla açıklamak mümkün değildir. Onları mutlak surette ruhçu ve maddeci olarak sınıflandırmak yanlış bir tasniftir. Ruhçuluk ve maddecilikle açıklamak da zordur. Çünkü ruhçuluk ve maddeciliğin birlikte benimsendiği dönemler de olmuştur.
Günümüzde İslam dünyasında ne kadar müslüman varsa o kadar da farklı İslamiyet vardır. Yani dini yönden bakış açıları ve dini yaşayış biçimleri değişmiştir. Onların hayatına artık tezatlar hakimdir. İçlerinde bir çok şahsiyeti barındırmaktadırlar. Yani yaşadıkları coğrafyaya göre davranış biçimi göstermektedirler. Onların çağdaş İslami bir anlayışları yoktur. İslami inançları da büyük oranda zarar görmüş ve zayıflamıştır. Şeklen yani giysi itibarıyla İslami bir aile içerisinde çok farklı şekiller ortaya çıkmıştır. Düşünce itibarıyla da durum aynıdır. Daha serbest bir yapı sergilenmiştir.
Müslümanların çoğunlukta olduğu coğrafyalarda genel olarak sosyal, ekonomik ve siyasi yapılara bakacak olursak, sosyolojik olarak neleri görebiliriz? Yani öncelikle fertleri, sonra bir bütün olarak toplumu bütün çıplaklığı ile görmemiz gerekmektedir.
Kırk yıllık yaşamım boyunca imkânlar elverdiği ölçüde müslümanların, özellikle Arapların şehirlerine, köylerine gidip geldim. Modern dönemde onların hikaye ve romanlarını takip etmeye çalıştım. Aynı zamanda bir ilahiyatçı olmamdan dolayı yoğun dini hayatın yaşandığı küçük gruplar arasına da girdim. Çok iyi ve iyilik sever insanları gördüm. Ancak coğrafi şartları aşamadıklarını bundan dolayı da geri kaldıklarını müşahede ettim. Hepsinin genel olarak tek kaygılarının, hayatı sürdürmekten yani ekonomiden ibaret olduğunu gördüm. Onların yüzüne bakınca hep endişeli bir durumu yansıttıklarını, mutlu olmadıklarını ve geleceği karanlık olarak gördüklerini hissettim. Coğrafyadan kaynaklanan en büyük özellik işsizlik ve tembellikti. Sistemsel olarak büyük sıkıntılar çekiyorlardı. Tarihte okuduğumuz güçlü ve iradeli İslam şahsiyetini kaybetmişlerdi. Daha açıkçası kimliklerini kaybetmiş, İslamı inceleyememiş ve çağın idrakine hitap eden bir İslami anlayışı ortaya koyamamışlardı. Adeta kendi hayal ve rüyalarını değil başkalarının hayal ve rüyalarını yaşayan, ruhsuz, madde altında ezilen, bazılarının deyimiyle üçüncü dünya insanlarıydılar. Kendilerini müdafaa edecek durumları yoktu. Metafizik kelimeleri, yani inanca dayalı kelimeleri kendilerini ifade etmekten yoksundu. Kurtuluşu daima bir şeyhten, dini bir liderden veya siyasi bir hâkimden bekliyorlardı. Özetle söylemek gerekirse realiteyle münasebeti kesmiş toplumlardı. Aldıkları eğitim de onların realiteyi bir bütün olarak kavramlarına imkân vermiyordu.
Günümüz İslam dünyasında coğrafyanın etkisiyle ortaya çıkan dünya görüşlerini ve yaşayış biçimlerini üç ana başlık altında toplamak mümkündür.
1. İslami Dünya Görüşü: Bu görüş, camilerin ve hakim sınıfların görüşüdür. İnsanları ve değerleri bir hiyerarşi içinde düşünür. Allah, İmam, Dini Önder, Şeyh.. ve diğerleri. Onlara göre bu sistem asla değişiklik göstermeyecektir. Onlara göre ahiret mutluluğu sadece bu şeklideki bir kabullenişle elde edilir.
2. Naklin Önüne Aklı Geçiren Görüş: Bunun ilk temsilcileri ülkeden ülkeye değişiklik gösteren bazı isimler altında toplanmıştır. Örneğin; Türkiye’de dini olarak Said Nursi, siyasi olarak Necmettin ERBAKAN, Cezayir’de Malik bin Nebi.. vb. Bu anlayışa göre akıl, naklin önüne geçmesi gerekmektedir. Ancak bu şahsiyetlerden Said Nursi aklı nakle öncelerken, nakli de ihmal etmeden bir sentez çabasına girmiştir. Genel olarak bu anlayışı takip eden insanlar camiye gitmekte ama ilahi nasların nasların anlaşılmasında akla büyük önem vermekte, toplumu harekete geçirmeye çalışmakta ve aksiyoner İslami bir anlayışı ortaya koyma peşindedirler. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu düşünce akımı özgürlüğe, akla ve bireye büyük önem vermektedir. Ayrıca, üniversal değerlere sahip çıkmaktadır. Tarih’in akışının durmayacağını düşünmekte ve bütün insanlığın namına çaba sarf ettiklerini ileri sürmektedirler.
3. İslam’ı ve İslam’ın Değerlerini Eleştiren Görüş: Bu görüşte olanlar İslam’ı reddetmemekle birlikte, İslami değerlerin hepsini şiddetli bir eleştiriye tabii tutmaktadırlar. Onlar için önemli olan din değil, insanca yaşamak ve dünyanın geldiği noktada iyi bir ekonomik yaşamı elde etmektir. Onlara göre insanlığı dini açıdan değerlendirmemek gerekmektedir. Hristiyanlık da İslamiyet de birer afyondur. Onların temel dayanakları, laiklik, adalet ve eşitlik gibi kavramlardır. Ancak onların da kendi iç dünyalarında diğerlerine karşı düşmanlık besledikleri, onları aşağı sınıflar olarak gördükleri görülmektedir ve kendi düşüncelerini geliştirme ve yayma çabası içinde de değillerdir.
Arap ülkelerinde bu üç sınıfın ortaya çıkmasının temel nedenleri; birinci olarak, baskıcı rejimler altında yaşamış olmalarıdır. Çünkü demokrasinin bulunmadığı yerde baskı oluşması kaçınılmazdır. Sosyal adaletin olmadığı yerde hak ve hukuk tehlikeye giriyor. Hak ve hukuk tehlikede ise birey şereften mahrum kalıyor, şahsiyetini yitiriyor ve üretimden uzaklaşıyor. İslam dünyasındaki coğrafya gerçeği ileri demokrasilerin kurulmasına ve uygulanmasına izin vermiyor. Okunan veya okutulan ders kitapları realiteden uzak yüzyıllarca tekrar edilen yeni ufuklar açmayan dünyadan bihaber nitelikteki eserlerdir. Bu toplumlarda insanlar fikir beyan etmekten korkarlar. Bundan dolayı da bu coğrafya şartları altında kendi aklıyla düşünme yeteneğine sahip, bağımsız bir bireyin var olması imkansız gibidir. Kimlikler genel itibariyle ya bir sülaleye ya bir gruba ya bir dini öndere ya bir servete ya bir makama ya da diplomaya bağlı olarak ifade edilmektedir. Böylece ferdin özgürlüğü ve başkalarından farklı olma özelliği kaybolup gitmektedir. Özgürlüğün karşısında itaatkar toplum düşüncesi kendi göstermektedir. Bütün bunlar da o toplumlarda sorumluluk düşüncesini ortadan kaldırmaktadır. Sorumsuzluk bir noktada ortadan kalmaz diğer insanlara karşı da aynı şeklide genişleyip devam eder. Yani nesiller, realiteye karşı sorumsuzluğu bir önceki nesilden veraset yoluyla almaktadırlar. Kur’an da ve dini eserlerde bir takım gerçekler saklıdır ama onlar yaşamda var olan gerçekleri görmezlikten gelmekte, kitaplarda saklı bulunan bu gerçekleri tekrar edip durmaktadırlar. Onlara göre “Kur’an’ı Kerim bütün gerçekleri ihtiva etmektedir, bu gerçekleri onlara hazır olarak sunmaktadır.” Halbuki günümüzdeki insanın karşısında yeni gerçekler söz konusudur. İslam coğrafyasındaki din adamlarının, düşüncelerini sosyal hayatın dışında elde ettikleri görülmektedir. Oysaki gerçeğin sosyal hayattaki somut olaylardan elde edilmesi ve onlara yeni gerçekler ilave edilmesi gerekmektedir.
İslam dünyası çok eski tarihlerde keşfetmiş oldukları gerçekleri tekrar etmekle veya çok eski tarihlerde başarmış oldukları kahramanlıklarla yetinmektedir. Bu durum çağ dışı eğitimden ve eğitim araç-gereçlerinden kaynaklanmaktadır. Yaşadıkları coğrafyanın etkisi olarak, insanlar gerçeklerin peşinde değildirler ve gerçekleri herkes birbirinden gizlemektedir. Arap ülkelerinde aileden başlayarak telkin edilen Allah korkusu, polis korkusu ve sistem kaynaklı birtakım korkular insanları hayatın somut gerçekleri ile yüzleşmekten uzaklaştırmaktadır. Yani İslam dünyası, parça parça bir şekil arz etmektedir. Onlar yanlışlarını görmeye ve düzeltmeye yönelik bir düşünce yapısına sahip değillerdir. Yöneticiler halklarına mevcut hali ideal olarak göstermekte; onları kendilerinin ve dünyanın gerçeklerinden uzak tutmaktadırlar. Eğer bir toplum tarihte yapmış olduğu hataları telafi etmek amacıyla kısa, orta ve uzun vadede planlar yapmıyorsa bu toplumların ayağa kalkması mümkün değildir. Yine ortak özelliklerden biri, milli servetlerin azınlık bir grup içerisinde heba edilmesidir. Yani devamlı kaybeden halklar ve hiçbir zaman kaybetmeyen mutlu azınlıklar vardır. Eğer eğitim öz eleştiri üzerine kurulsa ve öz eleştirinin ne kadar kıymetli olduğu bilinse durum değişecektir.
Kur’an’ı Kerim’in bir takım ayetleri ön plana çıkarılmış bir takım ayetleri ise görmezden gelinmiştir. Öz eleştirinin ne kadar kıymetli olduğunu Kur’an’da görmek mümkündür ancak öz eleştiri somut olaylara tatbik edilmezse bununda bir kıymeti yoktur. Öz eleştiriyle ilgili dünyanın geldiği nokta ister şahıs, ister siyasi bir parti, isterse de dini bir grup olsun eleştiriyi kabul etmediği sürece günden güne aşağıya doğru savrulup gideceği bir gerçektir.
Günümüzde İslami kimliklerine olumsuz yönde etki eden diğer bir faktör de kindir. Herkes kendi dışındakine karşı kin beslemekte ve onun zayıf anını kollamaktadır. Yani kin besleyerek ve buna bağlı olarak hareket etmek, çağdaş İslam kimliğinin oluşmasını engellemektedir. Sorun, birisini sevip sevmemekle alakalı değildir. Asıl sorun, mevcut dünya düzenindeki veya ülke içerisindeki yerimizi belirleyip açık bir şekilde kendimizi eleştirip eleştirmediğimiz gerçeğidir. Bunu yapabilirsek, hatalarımızı düzeltecek çareler bulabilir ve gelecekte ortaya çıkabilecek bir takım hataları şimdiden önleyebiliriz. İslam ülkelerindeki sistemlerin ve bireylerin izlenen bir takım gerçekleri vardır. Bu gerçekler planlı ve programlı bir şekilde gizlenmekte ve üzerine gidilememektedir. Bu gerçekler halktan gizlense de faturası yine halka çıkmaktadır.
Arap ülkelerinde eğitim şartları, çevre gerçeğinin ve dünya gerçeğinin öğrenciye öğretilmesine imkan vermemektedir. Tarihi ders kitapları kahramanlık sayfalarıyla doludur. Mevcut din eğitimi, dünyadan uzaklaşan, uzaklaşmayı hedefleyen ve ibadetle meşgul olmayı muteber gören bir eğitimdir. Dil öğretimi gramerin ötesine geçememektedir. Aldatılan ve aldatan bir eğitim-öğretim metodu takip edilmektedir. Herkes bulunduğu konumu sıkı bir şekilde tutmakta, turistik gezi dışında gözlemlerde bulunmamakta ve insanlarla diyaloğa girmemektedir, bunun kaynağı ise yine korkudur. Sosyal adaletin olmadığı, insanların hor, hakir görülüp aşağılandığı, insana uygun olamayacak davranışların sergilendiği toplumlarda dini farklı kimliklerin gelişmesi, kabiliyetli ve çalışkan insanların ortaya çıkması, insana karşı sorumluluk bilincinin yükselmesi mümkün değildir.
Arap ülkelerinin en önemli özelliklerinden biri de, bu toplumların kendi tecrübelerinden ve diğer insanların tecrübelerinden dersler çıkarmadığı ve onlardan istifade etme yoluna gitmediği gerçeğidir. Bu, bizi İslami kimlikteki insanların yüzyıllar boyu kendi hatalarını tekrar edip durdukları gerçeğine götürür. Bunun için bir toplumun kendi hatalarından ders çıkarmak ve onları telafi etmek için belirli bir zamana ihtiyaç duymaktadırlar.
Başta İran olmak üzere, bazı İslam toplumlarında ulemanın sahnede olduğu bir gerçek de söz konusudur. Bu grup halkı baskı altında tutmakta onların davranış ve düşünceleri üstünde kontrollü bir baskı sürdürmektedirler. Onların dışardan gelen bilgi ve kültürlere karşı savunma mekanizmaları olmadığı gibi buna ihtiyaç da duymamaktadırlar. Bu grup devlet içinde de büyük bir itibar görmektedir. Sonuç itibarıyla herhangi bir İslami kimliğe sahip olan insanların düşüncelerinin evrensel olmadığını söylemek bizi doğru bir noktaya götürür. Ailelerin evlatlarından beklediği şey onların kötülüklerden uzak dindar bir kimliğe sahip olmalarıdır. Ayrıca, maddi olarak kendi geçimlerini sağlayacak bir gelir sahibi olmalarıdır. Bu da dünyayı keşfe koyulan maceracı bir ruha ters düşmektedir. Macera ruhu, bu toplumlarda kaybolup gitmiştir. Bu ruhu elde etmekte bu coğrafi şartlar altında mümkün gibi gözükmemektedir. Yani kültür bu şekilde oluşturulmuş yeni kültürlere karşı içine kapanmış bir vaziyettedir. Bunu onların üniversitelerinde de görmek mümkündür. Yani, İslami kimlikli toplumlarda iki insan tipiyle karşı karşıyayız. Birincisi, hayatını devam ettirmek için zorunlu olan şeyleri zor şartlarda elde edebilen dini kimlikli insan türüdür. Diğeri de her şeye sahip olan ve kendilerini diğerlerinden farklı gören insan türüdür. Yani kimi insanlar zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamazken, kimileri de ihtiyacından çok daha fazlasını ellerinde tutuyorlar. Eğer bu durumu fark edebilirsek düşüncelerimiz ve davranışlarımız daha sağlıklı olur. Kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiyi de bu şekilde görmek gerekir. Her şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmayanlar arasında mecburi bir ilişki vardır. Söz konusu ilişkinin doğasında taraflar arasında güvensizlik ve şiddet söz konusudur. Bu ilişki ister fertler arasında olsun isterse toplumlar ve milletler arsında olsun hep aynı şekilde olur. Yani İslami kimlikteki insanların aralarındaki ilişki psikolojik olarak sağlıklı bir ilişki değildir. Yani onların başkalarına kapalı olduğunu söylemek kaçınılmazdır. Diğerleriyle sağlıklı ilişki kurmaya çalışan insanlarında istismar edildiklerini pek çok örnekle açıklamak mümkündür. İçe dönük olan bu ilişki başkalarına karşı çok dikkatli ve kontrollü olarak arz etmektedir. Diğer insanları da bizim gibi insan olarak görmek ve değer vermek gerekiyor. Diğer kültürlere de bakış açımız bu şekilde olmalıdır.
Avrupa, Haçlı Seferleri vasıtasıyla özgürlüğü Müslümanlardan öğrenmiştir. Avrupa’nın medeniyet seviyesine erişmesinde Asya’daki aydın Müslümanların büyük rolü olmuştur. Batı entelijansından da aynı rolü biz müslümanlar olarak beklemekteyiz. Elbette insanların da medeniyetlerin de birbirini tanıması uzun yıllar alıyor. Her dünya görüşü çeşitli coğrafya ve felsefelerin birbirleriyle etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Dünya görüşlerin ve medeniyetlerin sürekli olması ancak diğer coğrafya ve felsefelerden istifade etmekle mümkündür. İnsanın bakış açısı evrensel olmalıdır.
İslam kimliğindeki insanlar, İslam’ı tanımadan taklit etmektedirler. Hem İslamiyet hem de dünya bakımından müslümanlar, büyük bir körlük içerisindedirler. İslam’ı dış görünüşü itibariyle taklit etmektedirler. Çare müslümanların dinleri, İslamiyeti, İslam içindeki mezhepleri bütünüyle tanımaları, olumlu- olumsuz yönleriyle analiz etmeleri, çağdaş insana -biyolojisine, psikolojisine ve sosyolojisine uygun insani ve İslami kimlikler inşa etmektir. Dolayısıyla çağdaş İslami anlayışın ortaya çıkabilmesi için batıyı da doğuyu da sathi olarak değil, gerçek ve bütün olarak bilmek gerekiyor. Dayatılan dini öğretilerde, yalanı ile hakikati bir birinden ayırt etmek şarttır. Çağdaş İslam kimliği arayışında olan müslümanların, coğrafi etkiyi en aza indirgemeleri, kabuğundan çıkmaları ve tembelliği terk etmeleri gerekiyor. Elbette ki dünyada sömürgeci bir yaklaşımda olan ve diğerlerini ham madde olarak kullanan insanlar da vardır.
“Hikmet müslümanın malıdır.” Ne İslam’ı ne de batı kültürünü eksik tanıyarak hakikatin bilgisine ulaşılamaz. Çağdaş İslam kimliği herkesin karşısında kendini ispat etmek mecburiyetindedir. Karşınızda iki tane İslami kimlik vardır; birincisi, dünya vatandaşı olan İslam kimliği, diğeri ise yerel İslam ülkelerindeki vatandaş kimliğidir. Bunların ortak özellikleri ve farklı yönleri vardır.
Hiçbir insan diğer başka bir insandan daha büyük ve daha üstün değildir. Aralarındaki fark bilgi, teknik ve coğrafi şartların yansımasından ibarettir. Yani coğrafi şartlar, insanı diğer insanlardan farklılaştırıyor. Tek hedef, insan mutluluğu olarak insani ve İslami kimlik inşası olmalıdır. Dost ve düşman bir dünyada yaşadığımız doğrudur. Bu dünyaya karşı her türlü yobazlığa ve saflığa son vermek yerinde olacaktır. Coğrafyamızı felaketimiz olmaktan çıkarmak zorundayız. İçinde yaşadığımız coğrafyanın realitesini bilmemiz gerekiyor. İslami kimlik ilerici olmalı, vicdanın sesini dinlemelidir. İslamiyet ilme, ahlaka, çalışmaya, üretmeye ve adalete dayanır.