Erzurum’un yalnızlığına yazılmış bir mektup
Erzurum...
Dağların gölgesinde suskun duran bir şehir. Ne çok şey yaşadı, ne çok şey gördü de sustu.
Gürlemedi, kükremedi. Soğuğuna alışıldı, yalnızlığına değil.
Bu şehirde ayaz yüzümüze değil, kalbimize vurur. Sabahın ayazında siftah duasıyla kepenk açan esnaf, akşam ezanında hâlâ hesap peşindedir. Bu şehirde ekmek sert, ama alın teriyle ıslatıldığı için güzeldir.
Sokaklarında hâlâ bastonlu bir dedenin adımları duyulur, çarşısında hâlâ "Allah bereket versin" denir alışverişin sonunda. Erzurum, modernizmin değil; vefanın, sabrın ve susarak direnmenin adıdır.
Ama bazen suskunluk da kanatır insanı...
Erzurum hep "geçilen şehir" oldu. Birileri geldi, kürsü kurdu, alkış aldı, gitti. Olan Erzurum’a kaldı.
Yatırım sözleri havada kaldı.
Uçaklar indi, projeler inmedi.
Oysa bu şehir, sadece bir harita noktası değil; bir hafızadır. Bir medeniyetin, bir direnişin, bir millet bilincinin mihenk taşı.
Erzurum’un çocukları memur olunca dönmez oldu. İş dünyası büyükşehirleri sevdi, burayı “yavaş şehir” sandı. Oysa burada zaman yavaş değil; insan sabırlı.
Söyleyin, başka hangi şehir bu kadar yoksulluğa, bu kadar ilgisizliğe rağmen vakarından ödün vermez?
Ve yine de…
Erzurum, her şeye rağmen bir sevda şehri.
Bir dağın yamacında, bir cami avlusunda, bir demli çayda saklıdır burada umut.
Çocukların halı sahada bağırarak attığı golden daha gerçek, annelerin sıcacık tandır ekmeğinden daha samimidir Erzurum.
Biz bu şehri sevdik...
Eksik yatırımlarına rağmen, görmezden gelinen potansiyeline rağmen, dışarıdan bakınca gri, içeriden bakınca gül renkli olan Erzurum’u…
Çünkü bu şehir bize “aidiyet” öğretti.
Ve her sabah, yeniden başlamak gerektiğini…
Bilgiyle kalın